DNA'nın Öyküsü

James D. Watson’un kendi anılarını yazdığı, TÜBİTAK’ın Popüler Bilim Kitapları dizisinden, “İkili Sarmal, DNA Yapı Çözümünün Öyküsü” adlı kitapta, önsözü yazan Sir Lawrence Bragg’ın deyişiyle, “Watson ve Crick’in DNA’yı çözümlemesi, tüm biyolojik sonuçları ile birlikte yüzyılımızın en büyük bilimsel olaylarından biridir’. 
Bu başarı 1962 yılında Nobel ödülü ile değerlendirilmiş, proteinlerle birlikte kromozomları oluşturan, nesilden nesile kanıtlanan bu dinamik molekülün açıklanması, canlılığı anlamaya yönelik pek çok çalışmanın temelini oluşturmuştur.
Ya tek bir insan korkunç bir sabır ve beyin gücüyle, ömrü boyunca fizik, kimya, biyolojinin temellerini öğrenecek, ölmeden önce belki, bir dünya sorununu çözebilecek ya da çok sayıda bilim adamı birbirlerine bildiklerini aktara aktara bir sonuca gidecekler. Bence dünyanın gizemlerini çözme yolunda bu mutlaka gerekli. Bu insani alışveriş, tüm kıskançlık, kızgınlık, sevinç ve heyecanıyla birlikte mutlaka gerekli. Ve Bilim, Watson’un kaydettiği gibi “Dışardan insanların sandığı şekilde, doğrudan mantıklı bir biçimde ilerlemiyor. Tam tersine bilimin ileriye, bazen de geriye, doğru olan adımları çoğunlukla kişiliklerin ve kültürel geleneklerin rol oynadığı son derece insani olaylardır”.
Fakat biz, hep büyük buluşların sahibi olan bilim adamlarını ulaşılmaz, çok farklı insanlar olarak düşünür, belkide kendimizle hiçbir ortak yön bulamayız. Oysa, bir tatil, bir sevgili, güzel bir yemek, bir dost sohbeti, daha iyi bir ev gibi sıradan bir yaşamdaki güzellik ve kaygılar taşıdıklarına tanık olmak insana büyük bir keyif veriyor. Onlarla herhangi bir yaşam kesitinde ufacık bir özdeşleşme bile insana güç sağlıyor. Hele insanlığın genetik havuzunun önemini kavramak, hiç bir düşüncenin beyinlerde kalmaması gerektiğine inanmak (belki de biyolog olmak) insana tatlı bir ayrıcalık veriyor.
James Watson, Francis Crick’le ilk kez Cambridge’de karşılaşmış ve DNA’nın proteinlerden daha önemli olduğu düşünen biriyle tanışmanın kendisi için bir şans olduğunu düşünmüştü. Francis ve eşinin politika ve din ile ilgileri yok gibi görünüyordu. Hatta din, Francis’e göre, geçmiş kuşaklara ait bir hata idi, günümüzde de sürdürülmesi gereksizdi. Bu ilgisizliğin nedeni belki de karanlığını unutmak istedikleri savaştı. Times dergisinden çok, moda dergisi Vogue ilgisini çekiyordu. Kalıtsal özelliklerin bir bakteri hücresinden diğerine, arıtılmış DNA molekülleri ile geçtiği zaten önceden kanıtlanmıştı. Ama bu DNA’ların ne biçim bir yapılarının olduğu nükleotidlerden oluşmaları dışında bilinmiyordu. Bu işe giriştiklerinde ellerinde sadece x-ışını kullanımı ile alınmış DNA resimleri vardı. Olayın özünde, DNA molekülündeki polinükleotid bağlarının sayısı hakkında karar vermek gizliydi. Tüm sorun, DNA ipliklerinin merkezi eksen etrafında döndükleri açı ve yarı-çaptı. Belki de bir polinükleotid zinciri en güzel nasıl kıvrılır diye düşünseler, çözüm daha kolay olabilecekti. Günleri modelleriyle oynamakla geçiyordu. Daha önce Linus Pauling, peptid bağının düz olduğu bilgisini bularak alfa sarmalını takır takır çözmüştü. DNA’nın birbirini izleyen nükleotidleri bir arada tutan fosfodiester bağlarının çeşitli şekillerde bulunabileceğini gösteren bir sürü işaret vardı. Aslında Francis’in tez konusu, farklı yoğunluklarda tuz çözeltilerine atılan hemoglobin kristallerinin küçülme biçimleri idi. DNA kimyasındaki bazı garip düzensizlikler daha önce düşünülmüş, Chargaff tarafından pürin ve pirimidin bazlarının birbirine oranları çıkartılmıştı. Adenin moleküllerinin sayısı timin molekülüne, guanininde sitozine sayıları çok yakındı. Bundan sonra Francis, adenin ve timin yüzeylerinin birbirine yapışması gerektiğini anladı. Önceleri 4 baz arasındaki kimyasal farklılıkları bilmiyordu. Watson’un ise bilimsel yaşamı “bakterilerin cinsel hayatları” ile başlamıştı. Fakat, artık her ikisi için de DNA molekülü daha cazip bir sorun olarak duruyordu. Watson ve Crick, Linus Pauling’in oğlu Peter’den zaman zaman babasının çalışmaları hakkında bilgi alıyorlar ve bu olgun bilim adamıyla DNA’yı çözme yarışında varolabileceklerini düşünüyorlardı. Pauling’in, saç proteini keratinde, alfa sarmalının kıvrılması şemaları ile meşgul olması iyi bir haberdi. Daha sonra Peter, babasının çalıştığı DNA modelinin, şeker fosfat iskeleti ortada olan üç zincirli bir sarmal olduğunu söyleyecekti. Watson, Linus’un bu modelinde fosfat gruplarının iyonlaşmamış olduğunu fark etti.Her grubun bağlı bir hidrojen atomu vardı ve bu yüzden de elektrik yükü yoktu. Yani, Pauling’in nükleik asidi hiçte asit değildi. Üstelik yüksüz fosfat grupları modelin önemsiz bir ayrıntısı da değildi. Oysa Watson’un nükleik asit kimyası hakkında bilgisi, fosfat gruplarında bağlı H atomları bulunmadığını söylüyordu. 0 güne dek hiç kimse DNA’nın orta kuvvette bir asit olduğundan kuşkuya düşmemişti. Bu durumda Linus’un bazı temel kimya verilerini bile atlamış olmasından, büyük keyif duydu ve yarışta halen varolduğunu düşünmeye başladı. Watson, düzgün bir polimer molekülü için en basit biçimin sarmal olduğuna inanıyordu. Ve, DNA’nın eksen boyunca her 34 A”de bir kendini tekrarlayan bir sarmal olduğunu kanıtlayacak şekilde taslaklar çizmeye başladı. Bu arada Crick’de her ne kadar fizikçiyse de biyolojide önemli şeylerin çiftler halinde ortaya çıktığına inanmıştı. Bir yıldan fazladır bazların düzenli H bağları oluşturma olasılığını göz ardı etmişlerdi.
Başlangıçta, her bazda bir veya daha fazla H atomunun yer değiştirebildiğini görmeleri (tatomerik yer değiştirme) onları, belirli bir bazdaki tüm tatomerik biçimlerin aynı sıklıkla oluştuğu sonucuna götürmüştü. Oysa, bazların hepsi değilse bile büyük bölümü diğer bazlarla H bağları oluşturuyordu ve bu H bağları çok düşük DNA konsantrasyonlarında da bulunmaktaydı. Bu da bağların, aynı molekül içindeki bazları birbirleriyle birleştirdiğine kuvvetle işaret ediyordu. Birde X-ışını kristalografisi sonucu vardı.
Belki de sorunun özü bazlar arasındaki H bağlarını düzenleyen bir kuralda gizliydi. Benzer baz sıralarıyla birbiri etrafında dolaşan iki zincir rastlantısal olamazdı. Böyle bir yapı, her moleküldeki zincirlerden birinin, daha önceki bir aşamada diğer zincirin yapımı için kalıp olarak görev yapmış olduğuna kuvvetle işaret ediyordu. Öyleyse, gen replikasyonu, genin iki benzer zincirin ayrışması ile başlamaktaydı. Daha sonra, bu şekilde ortaya çıkan iki ana kalıp üzerinde, bunlarla aynı olan iki yeni zincir yapılmakta ve böylelikle orijinal moleküle benzer iki DNA molekülü oluşmaktaydı.
Birkaç gün tek bir nükleotid içinde yer alan bütün atomların birbirine göre pozisyonlarını ölçebilmek için çekül ve cetvel kullanmakla geçti. Sarmal simetriye bağlı olarak bir nükleotiddeki atomların yeri, otomatik olarak başka pozisyonları da düzenleyecekti. Ertesi sabah Francis, atomik koordinatları okuyabilmek için, modeli temeli üzerinde sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Sir Lawrence Bragg, modelin gen replikasyonuna işaret eden potansiyelini kavradıkça heyecanlanıyordu. 0 sırada kesin X-ışını verilerine sahip olmadıkları için, seçtikleri şeklin tamamen doğru olduğuna emin değillerdi. Hiç değilse, bir tane 2 zincirli, birbirini tamamlayan sarmalın stereo-kimyasal olarak mümkün olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu kadar mükemmel bir yapının varolmak zorunda olduğunu söylüyorlardı.
Jerry Cambridge’de onlarla olmasaydı, Rossy’nin X-ışınları sonuçlarını değerlendirmeseler uzun bir süre benzer bazlan bağlamakla uğraşıyor olabilirlerdi. Watson o sıralar sadece 25 yaşındaydı. Linus Pauling iki sarmalın haberini uzaklardayken aldı. Gerçek ve samimi bir heyecan duymuştu. Kendi kendini tamamlayan bir DNA molekülünün çok açık biyolojik avantajları karşısında yarışı kaybettiğini kabul etmişti.

Düşünce Yöntemleri

Gündelik hayatımızda sorunlara yol açabilen endişe, sıkıntı, çökkünlük ve öfke patlamaları gibi rahatsızlık verici duygusal durumların oluşmasına düşünce şemalarımızdaki bazı kusurlar katkıda bulunmaktadır. Çevremizden etkilenerek ya da oluşan olaylarla aynı zamanda bizi o an için rahatlatsın diye kullandığımız bazı düşünceler alışkanlık haline gelerek, otomatik olarak kullanılmaya başlanır. 
Bu tarz düşünce şemalarının ortak özelliği, gerçeklik ilkesinden ve akılcılık temelinden ayrılmış olmalarıdır. Bunlar:
1-Filtre oluşturma:
Karşılaştığınız durumlar ya da olayların tek bir yönü sizin için önem ifade ediyor, diğer alanları anlam taşımıyorsa, o kısımları hesaba katmıyorsanız filtre oluşturmaktasınız. Bazı kişiler yaşadıkları bir olay başkaları için ne kadar güzel olursa olsun, onun içinden olumsuz bir durumu adeta cımbızla çıkartırlar. Eğer kişinin duygusal yapısı çökkünlüğe eğilimli ise kendilerinin küçümsendiği ya da kayıp yaşantılarını öne çıkarabilirken; öfkeye eğilimliler kendilerine haksızlıkta bulunulduğunu; endişeli, evhamlı kişilerde kendileri ya da çevrelerindekilerle ilgili tehdit olarak algıladıkları şeyleri ön plana çıkarabilirler. Bu durumda bizi rahatsız edebilecek olaylar adeta mikroskoptan bakar gibi büyür, diğer güzel taraflar küçülür.
Bu durum kendi geçmişimizi düşündüğümüz anlarda da kendini göstermektedir. Eskileri düşündüğümüzde sadece üzücü, kaygı verici, sinirlendirici ya da kararsız kaldığımız durumları daha çok hatırlıyor ve diğer anılar çok kolay bir şekilde aklımıza gelmiyorsa, gene bilinçaltımız aynı işlemi otomatik olarak yapıyor demektir.
2- Ya hep ya hiç tarzında kutuplarda düşünmek:
Aslında her şeyin iyi ya da kötü özellikleri vardır. Hiçbir şey sadece beyaz ya da sadece siyah olmayıp , gri ya da lila renk tonlarındadır. Ying-yang durumu gibi (her siyahın içinde bir beyaz; her beyazın içinde de siyah bir bölüm olduğu şeklinde uzak doğu felsefesine ait bir model).
Yani olaylar, insanlar, durumlar ya iyidir ya kötü şeklinde sadece masallarda görülebilen iki durumda bulunur.
Bu tür bir düşünce temelinde eğer bir şey yeterince mükemmel değilse, o yetersizdir ve kötüdür. Bu şekilde mükemmeliyetçi bir düşünce yapısı, kişinin kendisi için belirlediği yüksek hedefler ve niteliklere ulaşamadığı zaman, kendini başarısız ve yetersiz hissetmesine yol açar. Bu da beraberinde depresif ve kişinin kendisi ve çevresine eleştirel yaklaştığı bir duygulanımı getirir.
Bu düşünce yapısında hataya ve olağan olmak kabul edilir bir durum değildir. Bir tek hata kişinin dünyanın en mantıksız kişisi olduğu düşüncesini oluşturabilir. Bir kişinin kendine ait bir sıkıntısı nedeniyle, size yönelik bir unutkanlığı ya da hatası o kişiyi silmenize ve yok saymanıza neden oluyorsa bu şekilde düşünüyorsunuz demektir.
3- Aşırı genellemeler yapmak:
Karşılaştığınız bir olay nedeniyle, hemen olayın sonucunu bütün hayatınıza yönelik yargı haline getirip, yetersiz verilerle genelleme yapıyorsanız bu düşünce şemasını kullanıyorsunuz demektir. Belli bir durumda yaşadığınız bir olumsuz olay, daha sonra yaşayabileceğiniz benzeri olaylarda da yaşanacak şeklinde bir düşüncenin oluşmasına yol açabilmektedir. Bunun eseri olarak bir kişi sizi görmeden yanınızdan geçtiğinde, “bak işte bana selam vermedi, yeterince bana değer vermiyor, sevmiyor” şeklinde gerçek olmayan bir düşünceyi oluşturabilmektedir. Sabah karşılaştığınız bir aksilik “ kötü başladı her şey ve her şey kötü gidecek şeklinde genellemelere yol açabilmektedir. Kişinin konuşma içeriği sık sık herkes, hiç kimse,her şey, her zaman, hiçbir zaman gibi ifadelerle doludur. Bu tür düşünce yapısı ile, kişinin hayatı sınırlanır ve çok küçük çaplı bir ilişki ağı oluşur.
4-İnsan sarrafı olma ( karşısındakinin ruhunu okuma):
Başkaları hakkında kolayca fikirler ileri sürerek onların davranışlarının temeli, amacı ve sonraki hareket tarzları ile kendinizi bağlayıcı kararlar alıyorsanız bu tarz bir düşünce şemanız var demektir. Bu şekilde başkalarının hissettikleri, olaylardan etkilenişleri yönünde hipotezler üretirsiniz. Doğal olarak, bu tarz bir düşünce yapısı kişinin olaylar ya da kişilere karşı bakışından etkilenmektedir. Yani kendinizde olan bir takım davranış şekillerini karşınızdakine yansıtırsınız. Karşınızdakinin düşündüğünü sandığınız şey , aslında sizin düşündükleriniz ve hissettiklerinizin bir yansımasıdır. Başkalarının yapacağını düşündüğünüz davranışlar ya da hisler, doğal olarak o kişilerin genel hareket ya da hissediş tarzı olmayacaktır. Ancak siz onların farklı davranacağını düşünerek, gereksiz ya da olumsuz tavırlar alabilirsiniz. “ bu durumda muhakkak kızmış olmalı, benden bunun acısını çıkarır” şeklindeki yaklaşımlar gibi.
5- Olası en olumsuz temayı senaryolaştırma:
Çok ufak bir durumun sonucunda kişinin o olayın bir felaketle sonlanıp, olası bir facia haline getirmesidir. Kişi bu nedenle yakınlarından birinin başına gelen bir sorunun, kendisi ile benzerliği olmasa da kendi başına geleceğini düşünebilir. Normal vücutsal belirtiler bile bir kanser habercisi olarak düşünülebilir. Ekonomik olarak sıkıntıya düşen birisi, eşi ve çocuklarının kendisini terk edeceği ve kimsesiz olarak bir köprü altında yaşayacağını umutsuzluk içinde hayal edebilir. Bir kaza geçirebileceği korkusu ile hayatını kısıtlayabilir. Bu kişilerin konuşma içerikleri “eğer , ya...”gibi sözcüklerle doludur.
6-Kişiselleştirme- sorumluluk sahibi hissetme:
Çevrenizdekilerin söylediklerinden ya da yaptıklarından kendinize yönelik uygunsuz anlamlar çıkarmanız söz konusudur. Bu yapıyı kullanan kişiler sürekli olarak, kendilerini çevrelerindekilerle kıyaslarlar. “ben arkadaşlarım kadar para kazanmadığım için eşim bana böyle davranıyor” şeklinde düşünüp huzursuz hissedebilirler. Bu kişilerin kendilerine güvenleri yeterince kuvvetli olmadığından, devamlı olarak kendilerini olumsuz anlamda başkaları ile kıyaslayıp, olaylardan sorumlu hissederler. Çevreden gelen her bir uyaranı ( bakış, söz, davranış vb) kendinize verdiğiniz değerin bir ölçütü olarak görürsünüz.
7-Kontrol odağınızın durumu:
Kendinizi eğer çevresel şartların, etrafınızdakilerin kontrolüne, olayların akışına bırakıyorsanız, etrafınızdakilerin yörüngesine ,onların dümen suyuna giriyorsanız kendiniz güçsüz hissedeceksinizdir. Bu durumda hayatınızda herhangi bir değişim yapamayacağınızı düşünebilecek ve aciz hissedeceksiniz. Etrafınızdakileri ve dışınızdaki dünyayı da bu durumda göreceksiniz. Sonuçta olumsuz durumlara düştüğünüzde , bundan başkalarını sorumlu addedip, onları suçlayacaksınız. Aşırı bir kadercilik düşüncesi ile bu durumlarla karşılaştığınız için her şeyi sineye çekip, çözüm yolları aramaya da çalışmayacaksınız. Dolayısı ile kendinizi kurban olarak algılayacaksınız ve ‘ilahlar kurban istedi’ şeklinde düşünüp, hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Oysa ki hayatınızın dümeninizi elinize alarak, yaşamınızın tek sorumlusu siz olduğunuzu idrak ederek, kendi kararlarınızı almakta aktif olsanız hayattan daha çok keyif alabilirsiniz. Yanlış da yapsanız, deneme yanılma en iyi öğrenme yolu olduğundan, bu deneyim size çok şeyler öğretecektir.
Bu durumun tam tersinin olması, kontrol odağınızın aşırı derecede sizde toplanması halidir. Kendiniz aşırı güçlerle donanmış hissedebileceğiniz için etrafınızdakilerin eylemlerinden kendinizi sorumlu tutar hale gelebileceksiniz. Kendinizi mitolojideki tüm dünyayı omuzları üzerinde taşıyan ‘Atlas’ gibi hissedeceksiniz. Bu tarz bir hissediş, etrafınızdakilerin gereksinimlerine aşırı duyarlı olma şeklinde bir sınırsızlık hali, her türlü gereksinimleri giderebilecek kadar kendini adeta tanrı gibi hissetme durumu ve bu ihtiyaçların karşılanması sorumluluğunun başkasına değil de kendinize ait hissetmenizden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde etrafınızdakileri size muhtaç ve korunması, desteklenmesi, beslenmesi gereken kişiler olarak algılayacak, onların yapmaları gereken sorumlulukları üstlenecek, adeta ağır işçilik yapar hale geleceksiniz. Dolayısı ile etrafınızdakilerin mutluluk, dert ve sorunlarından kendinizi sorumlu tutacaksınız. Bunların hepsini yapmaya çalıştığınızda çok yorulup kendi hayatınızı yaşayamayacaksınız. Asıl yapmanız gerekenleri yapamayıp, ulaşabileceğiniz başarıları göremeyeceksiniz. Bu kadar bölündüğünüz için, yakınlarınızdan kişi başına ayırdığınız vakit de azaldığından, yaptıklarınızın yeterli görülmediğini anlayıp, boşa kürek çekmiş hissedebileceksiniz. Bu kadar koşuşturma içinde bunları elinizden gelebildiği kadar yaptığınızda mutlu olabilecek , sıklıkla da doğal olarak yetişemediğinizde kendinizi suçlu ve mutsuz hissedebileceksiniz. Bir arkeolojik kazı bölgesinde şöyle bir yazı ile karşılaşılmış “kendini bil, kendini tanı, sen sadece bir insansın”.
8-Bireysel adalet algısı :
Bireysel ilişkilerinizde size özel, sizin başkalarına ya da başkalarının size yönelik yapılması gerektiğinizi düşündüğünüz, çok da objektif olamayabilecek bir takım kural ve yönetmelikleriniz vardır. Eğer sevgiliniz sizi sevseydi, hep yanınızda olurdu; arkadaşınız gerçek bir dost olsaydı, size istediğiniz miktarda borç verir hatta hibe ederdi; benim bu iş yerimde çalışmamı gerçekten isteseler ve bana değer verselerdi, en yüksek zammı bana verirlerdi, hayat ve insanlar yeterince adil olsalardı... gibi düşünceler kişinin etrafına yönelik hipotezler üretmesi, kişiyi mutsuzluğa sürükler. Mutlaka sizin bakış açınız başkalarının bakış açısından farklıdır. Suyun üzerinden suya bakacak olursanız dibi çok yakın görürsünüz, oysa gerçek çok farklıdır, suya daldığınızda yakın gibi gözüken dibi bulamayabilirsiniz. Bu şekilde düşünerek hareket etmek, kendinizi mutsuz hissettireceği gibi,kişiler arası sorunlar yaşamanıza da yol açabilir.
9-Duygularınızın doğruluğundan taviz vermemek:
Burada sözü edilen şey, duygularınız neyi söylüyorsa ona körü körüne inanmanızdır. Eğer kendinizi suçlu, başarısız, değersiz hissediyorsanız mutlaka öylesinizdir, o tür bir davranış yapmışsınızdır şeklindeki düşünüş tarzı sizi çökkün hissettirecektir. Kendinizi kızgın hissediyorsanız muhakkak çevrenizdekiler sizi kızdıracak bir şey yapmıştır şeklindeki gene bu tarz bir düşünce de etrafınızdakilerle daha da olumsuz şeyler yaşamanıza yol açabilir. duygularımız düşüncelerimizle el ele dolaşmaktadır. Eğer herhangi bir şekilde düşünceleriniz mantık çerçevesinden, gerçeklik ve objektiflikten uzaklaşıyor ise, buna uygun şekilde hissedersiniz. Sadece mantık ya da sadece duygulara dayanan ilişki ve evliliklerin yürümeyeceği gibi mantık ve duygular bir arada yaşamalıdır.
10- Kendinizi değil, çevrenizdekileri değiştirme düşüncesi:
Etrafınızdakilerin hareket ya da düşüncelerini değiştirebilirseniz, insanlar sizin mutluluğunuza hizmet edebilir hale gelirler şeklinde komik olacak ama biraz emperyalist bir bakış açısı insanlarla aranıza aşılması güç Berlin duvarları örebilir. Benzer bir şekilde bulunduğunuz yeri değiştirirseniz sorunlardan kurtulabileceğiniz düşüncesidir. Aslında değiştirmeniz gereken ve değiştirebileceğiniz şey sadece sizin kendi düşünüş ve davranış şekillerinizdir. ‘İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır’ diyen atasözünde olduğu gibi, önce biz kendimizi düzeltmeliyiz. Başkalarını kendi kafamızdaki şekle uydurmak için baskı, şiddet, tehdit, ısrar, duygu sömürüsü elbette ki geri tepecektir. Bu davranışları gören kişi yeterince kuvvetli olmasa bile, Gandi gibi pasif direnişle kendi haklılığını gösterecektir. Tüm ilgi odağınız bu tarz bir düşünüş yapısı ile, çevrenizdekilere yönelecek dolayısı ile kendi kişiliğinizi geliştiremeyecek ve bilgeliğe giden yolda kazalar yapmanıza yol açacaktır. Unutmayın mutluluğunuz sadece size bağlıdır, başkalarının davranışlarına değil.
11-Önyargı ile çevrenizdekileri sınıflamak:
İnsanların sizi rahatsız eden bir özelliği nedeniyle onları yaftalamak onlarla ilişkileriniz bozacaktır. Sizinle tanışmamış bir kimsenin sizinle konuşmaması onu soğuk bir kişi yapmaz. Aynı şekilde iş yerinizdeki bir üstünüz işinde titiz bir insansa, bu onun insafsız, acımasız bir insan olduğunu da göstermez. İnsanları yeterince tanımadan, kendinizi onların yerine koyarak empati yapamadan davranırsanız, hatalı sonuçlara ulaşırsınız. Elbette ki, bu görüşlerinizin bir bölümünde haklı olabilirsiniz ancak her insanın olumlu yönleri olabildiği gibi olumsuz yönleri de vardır. Bunları göremezseniz onları sevebilme ve yakın hissedebilme olanaklarınızı harcamış olursunuz. Bu da sonuçta ilişki çemberinizin daralıp, yalnız kalmanıza ve bir takım güzel şeyleri paylaşarak mutlu olmanıza engel olacaktır. Bir patron “ bana çalışırken kahkaha atacak adam bulun” demiş. Çalıştığınız yerden mutlu olmaya çalışırsanız verimli olursunuz.
12-İnsanları günah keçisi haline getirip, suçlu aramak:
Kişiler eğer kendi sorumluluklarını yerine getirmez ve sonuçları nedeniyle sıkıntı yaşarlarsa kolayca suçlanacak birisi olduğunu bilmek onları kısa bir süre için rahatlatabilir. Bu şekilde kendi sorumluluğunuzda olan bazı şeyleri hatası olmayan kişilere yıkarak, ilk planda rahatlayabilirken, uzun erimde etrafındakilerle ilişkilerinin bozulmasına sebep olduğundan mutsuz olacaktır. Siz üzerinize düşen incelemeyi yapmadan, gerekli seçme şanslarınızı kullanmadan, istekleriniz yeterince dile getirmeden, yeri geldiğinde hayır demeden bir takım davranışlarda bulunursanız, bunu izleyerek karşınıza çıkan olumsuz sonuçlar nedeniyle çevrenizdekilerin size kötülük yaptığını, düşmanca davrandığını, haksızlık yaptığını düşünebilirsiniz. Bazı durumlarda sorumluluk almamak için yorgun ,bitkin hissettiğini öne sürebilirler. Bu durumlarının fark edilmeyerek kendilerinden sorumluluklarını yerine getirmeleri istendiğinde, çevrelerini durumlarını anlamamakla öfkelenerek suçlayabilirler. Halk arasında “hem suçlu, hem güçlü” denen tarzda bir davranış şekli ile zeytinyağı gibi üste çıkabilirler. Alışveriş yapan kişi, aldığı malı kendisi seçmektedir. Aldığı mallar arasında bozuğu ayıklamaz, ayırmazsa suçun büyük bölümü kendine aittir. Temelde yatan şey sorumluluk alıp, bu sorumluluğu yürütebilecek kararlı, dengeli özgüvene sahip olamamaktır. Unutmayınız ki her zaman haklı olamazsınız.
13-Kalıplaşmış mutlaka-asla düşünce yapısı:
Bu düşünce yapısında aşırı derecede, olması ya da olmaması gereken belirli hareketler ve kurallar silsilesi vardır. Bu kurallar Hammurabi kanunları gibi kesin nitelikler taşır ve tartışılamaz. Duygularımı daima kontrol etmeliyim, asla yanlış yapmamalıyım, adeta bir granit gibi sürekli güçlü olmalıyım gibi.Bunlardan en ufak bir taviz bile verilmemesi gereklidir o kişiye göre. Bu nedenle sizin kurallarınız, düşünüş, giyim tarzınız vb. özelliklerinizin dışında hareket eden kişiler tahammül edilemez, sıkıntı uyandıran kişiler haline gelir. Onlar size göre ötekidir, yabancıdır, zarar vericidir. Bu düşünce tarzına göre her şey tek tip , bir örnek olmalıdır. Çok sesliliğe tahammül yoktur. Böyle düşünerek hayatınızı kısıtlarsınız, başkalarından bir şeyler öğrenemezsiniz. Sürekli olarak yapmalı-yapmamalı,olmalı-olmamalı dersiniz. Kendinizi geliştiremez ve kendinizi sevemezsiniz, her şeyi görev haline getirirsiniz. Kendinizden çok fazla şeyler bekleyerek, rahat edemezsiniz. Etrafınıza karşı hoşgörünüz azaldığı gibi, kendi hareket serbestinizi de kısıtladığınız için mutsuzluğa giden yolunuzu kendiniz açarsınız.
14- Kendini doğruluk abidesi olarak görme:
Devamlı olarak, kendi fikirleri ve hareket tarzının haklılığını, doğruluğunu, gerekliliğini ispata yönelik bir savunma davranışı içinde olmanızdır konu edilen düşünce şeması. Farklı görüşler sizi ilgilendirmemekte, sizin için önemli olan şey, fikirlerinizi değiştirilemez şekilde koruyup, çevreye ifade etmeye çalışmaktır. Hata yapmadığınıza inanırsınız ve bu nedenle farklı bakışları onların yanlışıdır aslında.
Halk arasında “sabit fikirlilik” olarak bilinen bu durum, esnek olmayan bir düşünce yapısıdır ve kişinin gelişime kapalı olması sonucunu getirir. Görüşleri babadan oğula geçen bir tarzda ,onlarla benzer kalıplar şeklindedir. Bireysel düşüncelerinize uymayan , diğerlerinin daha mantıklı olan savlarını destekleyen bulgular yok sayılıp, hesaba katılmaz. Başkalarının düşünce, his ve davranışlarını objektif olarak tartamadan, kişinin kendisinin hep bir şeylere hakkı olduğu şeklindeki algıları çevreleri ile sorunlar yaşamalarına neden olur. Kişiler daima kendilerini merkez alır, hep “nalıncı keseri” gibi düşünsel açıdan durumları kendi taraflarına yontarlar. “haklıyım çünkü...; bu benim en doğal hakkım” şeklinde konuşurlar.
15- Ödüllendirilme beklentisi:
Bu düşünce şeklinde insanlara ve çevreye karşı öylesine özverili olacaksınız ki, insanların gözünde çok yükseklere çıkacaksınızdır. Sürekli gerekli gereksiz fedakarlıklarda bulunurlar. Bu şekilde hareket edip, daha iyi bir karşılık bulma , daha çok sevilme ve ilgi görme beklentisinde olan kişiler yüksek beklentilerine uygun bir karşılık göremediklerinde hayal kırıklığına uğrarlar ve insanları nankör, soğuk kişiler olarak görebilirler. Bu tür ödüllendirilme beklentisi ile hareket etmek kişilerde başkaları üzerinde bir takım haklar sahibi oldukları yönünde haksız bir bakış açısına sokabilir. Bu da kişinin çevresi ile ilişkilerinde sorunlar yaşayıp, mutsuz olmasını getirmektedir. 

Hafızanızı Test Edin

'Hafızamı kayıp mı ediyorum?' Son günlerde, herkesi en çok korkutan konu bu. O kadar çok şey öğrenmek zorundayız ki, belleğimiz yetmiyor. Peki hafıza bu bilgileri nasıl depoluyor ve neden bazılarımızınki daha kuvvetli? Öyle bir çağdayız ki, bilgiler ışık hızıyla değişiyor. Hatta o kadar ki bu bombardıman yüzünden birçoğumuz 'hafıza yetersizliği' içinde kıvranır olduk. 
Bunu biz değil, araştırmalar söylüyor. Amerikan Newsweek dergisinde geçtiğimiz günlerde yer alan bir araştırmaya göre, milyonlarca Amerikalı hafızasını güçlendirmek konusunda paniğe kapılmış durumda... İlaçlar, hormon ve vitamin takviyeleri, hafızayı güçlendirecek kitaplar ve oyunlar kapış kapış satılıyor. 
İnsanlar, daha güçlü bir hafızaya sahip olmak için çabalarken, bilim adamları, nörologlar, psikologlar ve biyologlar da bu konuda elele vermiş durumda. Bu güne kadar açıklanamayan 'hafıza sırları'nı gözler önüne sermek için çaba harcıyorlar. Neler ispatlayabileceklerini zaman gösterecek. Ancak biz sizi, bu konuda bu güne kadar gelinen aşamaya götürmek istiyoruz. İşte GATA (Gülhane Askeri Tıp Akademisi) Nöroloji Bölümü'nden Prof. Dr. Oğuz Tanrıdağ'ın verdiği ve küçük bir araştırmayla toparladığımız bilgilerin ışığında hafıza... 
Öğrenme ve unutma
Prof. Tanrıdağ, öncelikle "Hafıza aynı zamanda ve doğal olarak, içinde unutmayı da taşıyor" diyor. 
Yani hiç kimsenin hafızası ya da hafızasının gücü, sadece öğrenilen yeni şeylerin aritmetik toplamından oluşmuyor. Gerçek hafıza, öğrenilenlerle unutulanların arasında bir yerde. Önemli olan bu yerin hangi etkenlerle belirlendiğini anlamak. Bu etkenler çerçevesinde, ibre öğrenme tarafına dönükse, kişi ne kadar unutursa unutsun hafızası zayıflamıyor. Buna karşın, eğer yeterince öğrenemiyorsa, unutkanlığı az olsa bile hafıza bozukluğu için zemin hazırlanmış demek. Özetle, hafızanın dengesindeki ana faktör, unutmaya hayıflanmak yerine, öğrenmeye çaba harcamak. İşte bazılarımızın hafızasını diğerlerimize göre daha kuvvetli kılan en önemli etken de bu. 
Yaşa bağlı değil
Hafıza konusundaki yanılgılardan bir diğeri de, onun gücünü sadece bir-iki faktör çerçevesinde değerlendirmek. Prof. Tanrıdağ, buna bir örnekle açıklama getiriyor: "Yaşlanan insanların daha çok unuttuklarına inanılır. Fakat doğru olan, yaşlanan insaların daha çok değil, daha sık unuttuklarıdır" diyor. Oysa, sık sık unutmasına rağmen, kişi öğrenmeyi sürdürüyorsa, düşüncelerini farklı sembollerle ifade edebildiği sürece, hafıza gücünün düşmesi problem olmayacaktır. 
Fakat şu da bir gerçek ki, beyin yapısında öğrenmeyle unutmanın dengesini belirleyen temel faktör, zaman içinde herhangi bir organ gibi beyinin de yaşlanmasıdır. Çocukluktan beri beyine giren yeni bilgiler doğrultusunda yeni bağlantılar kurulduğundan, sürekli öğrenen bir beyin, kendini sınırlı da olsa yenileme şansına sahip olur. Yani, bilgilenme sürecinin yoğunlu ve süresi, beyin yaşlanması kavramıyla çok yakından ilişkilidir.  
Genler etkili
Hafızanın güçlü veya güçsüz olmasında, kişinin doğuşta sahip olduğu genetik ve biyolojik özellikler, içinde bulunduğu toplumsal yapı, gördüğü eğitim, öğrendiklerini uygulama çeşitliliği ve yeni şeylere merakı da etken. Yani, bazı yetenekler ya da hastalıklar gibi hafıza da kalıtım yoluyla kuşaklara aktarılıyor. Eğer çocuk unutkanlığın fazla görüldüğü bir aileden geliyorsa, gelecekte onun da unutkan olma ihtimali yüksek. Prof. Tanrıdağ, bunun gibi toplumsal bir kalıtımdan, daha doğrusu evrimden sözedilebileceğini belirtiyor: "Nasıl ilkçağlardaki insanların beyin kapasiteleriyle bugünkü bir değilse, beynin geçen zaman içinde gelişmesi, hücre sayısının artması, daha fazla merkezinin kullanılması, çağlar boyu öğrenilen bilgilerin genlerle yeni kuşaklara aktarılması, insan hafızasını daha komplike, daha geniş ve kullanılır hale getirdi. Bu bilgiler doğrultusunda kişiler arasındaki hafıza farklılığını da açıklayabiliriz". 
Beyin sadece bir öğrenme değil, aynı zamanda unutma organı. Beyinde ne öğrenmeyle, ne de hatırlamayla ilgili ayrı ayrı merkezlerin olduğu söylenemez. Çünkü, beyinde öğrenmeyle ilgili birden fazla alan var. Aynı durum, hatırlamak için de söz konusu. Beynin sağ ve sol yarılarının bile öğrenme türleri birbirlerinden farklı. Genel olarak beynin sağ tarafı, daha çok uzay-mekan ilişkilerini, duygulanım farklılıklarını, melodik bilgileri öğrenirken, sol tarafı beceri gerektiren işlevleri, dili ve sayısal işlemleri depoluyor. Öğrenmeyle ilgili beyin alanlarıysa, her iki yarıyı da kapsıyor. 
Farklı merkezler
Hatırlanması gereken bilgiler bu şekilde alındığından dolayı, bellek ve hatırlama da beyinde benzeri bir organizasyona sahip. Sağ beyin, bazı bilgilerin belleğine daha fazla sahipken, sol beyin de diğer bilgilerin belleğinde daha güçlü. Yani, hafızayı beyinde tek bir merkez yönetmiyor. Çünkü öğrenme tek bir merkezde gerçekleşmiyor. Hafıza, bu farklı merkezler tarafından öğrenilen bilgileri, yine bu merkezlerin içine kaydediyor. Ancak iki beyin yarısı arasında iyi bir iletişim ağı olduğundan, bu bilgileri birarada kullanıyoruz. 
Beynin her iki yarısında rol oynayan özel alanlar var. Bunlardan en önemlisi, beyinin derinliklerinde (daha çok şakak lobunun iç derinliğinde) yer alan 'Hipokampus' isimli çekirdeksi yapı. Bu bölgeye iki yanlı birşey olursa, kişiler yeni bilgileri öğrenemiyorlar. Dolayısıyla, o bilgilerle ilgili olarak hafızaları da oluşmuyor. Ancak, bu kişiler eskiden öğrendikleri bilgileri kullanmaya devam edebiliyorlar. 
Nasıl güçlenir?
Peki, kişi kendi çabalarıyla hafızayı güçlendirebilir mi? Bu konu, gitgide para kazandıran bir sektör haline dönüşmüş durumda. Peki bu yöntemler ne derece yararlı? Bunlara tek tek değinmeden önce şunu hatırlatalım: Hafızada yıkım oluşmaya başladıysa, bunu tedavi etmek mümkün olmuyor. Uygulanan tedaviler sadece bu gidişi yavaşlatmayı amaçlıyor...  
Egzersizler: Prof. Dr. Oğuz Tanrıdağ, hafızayı kuvvetlendirici tek bir egzersiz olmadığını savunuyor. Burada önemli olan kişinin kendi kendine "en çok neyi unutuyorum?", "hangi alanda daha çok unutuyorum?" gibi sorular sorması. Böylece kişi hangi alandaki hafızasının daha zayıf olduğunu anlayabiliyor. Kimi insanlar yüzleri iyi hatırlarken isimleri, kimileri isimleri iyi hatırlarken numaraları hatırlayamayabilir. Yani herkes her alanda başarılı olamadığı gibi, hafızası da her alanda kuvvetli olmayabiliyor. Ama önemli olan nokta kişinin hafızasının zayıf olan kısımlarını farketmesi. Sonraki aşama bu alanda aktivitelerini artırıp kendini kuvvetlendirmesi. 
İlaçlar: Yapılan çalışmalar, hastalıklarda öğrenmeyle ilgili kimyasal madde olan 'asetil kolin' maddesi yıkıma uğradığı ve bunu üreten çekirdekler dejenere olduğu için, bu maddenin hastaya dışarıdan verilmesini kapsıyor. Diğer bir görüş, östrojen tedavisinin unutkanlık konusunda çok iyi sonuçlar verdiği... 40 yaş sonrasında menopoza giren kadınların östrojen tedavisini uygulamalarının Alzheimer hastalığını geciktirdiği tıp dünyasında neredeyse kabul edildi. Özellikle damar hastalığı olan kişilerin kullandığı kan sulandırıcılarının ve damar açıcı ilaçların dolaylı yoldan geciktirici özelliği olduğu savunulan bir başka görüş. Buna dayanarak aspirin, kanı sulandırdığı, beyini beslediği ve yeni pıhtı oluşumunu engellediği için önerilen bir ilaç.  
Beslenme: Beslenmenin hafızayı doğrudan etkilediği yolunda kanıtlanmış veriler yok. Ancak E vitamininin hafızayı kuvvetlendirdiği üzerinde duruluyor. Alzheimer hastalığına yakalanmış kişilerde düşük E vitamini düzeyi tesbit edilmiş. Bu nedenle, bu vitamin açısından zengin yiyeceklere yönelmek faydalı olabilir: Bitkisel yağlar, soya fasulyesi, ayçekirdeği, badem, yer fıstığı, ceviz bu açıdan zengin kaynaklar. Nisbeten daha fakir olmalarına rağmen, tüketim oranı artırıldığında yumurta, süt ve süt ürünleri, tahıllar, sebze ve meyveler de tercih edilebilir.  
Hafıza hastalıkları
Beyinde gelişen hastalıklar ya kısmen ya da genel olarak öğrenme ve hatırlamayı, kısacası hafızayı etkileyebiliyor. Hastalığın oluştuğu beyin dilimine göre, sorunlar değişebiliyor. Örneğin sol beyin hastalandığında kelime hafızası etkilenirken, sağ beyin hastalandığında yönlerin unutulması, müzik duygusunun kaybolması söz konusu olabiliyor. Ancak beyinin bir tarafı hastayken, diğer sağlıklı tarafta bir hafıza kaybı söz konusu olmuyor. Beyinin her iki yarısını da etkileyen bazı hastalıklarda daha genel ve derin bir hafıza problemi oluşuyor. Bunama adı verilen bu geniş grup içinde, birçok sınıflama var. Bunları: 
 * Pick: Hafıza kaybından önce, dil ve konuşma bozukluğuyla başlıyor. Sonra hafıza bozukluğu oluşuyor. 
* J.C. (Jacob Cruisel) Hastalığı: Bu rahatsızlığa virüsler yol açıyor. Virüs vücuda girdikten 6 ay kadar sonra, bellek ve davranış yıkımına neden oluyor. 
* Düşük basınçlı hidrosefali: Hastalık beyin suyunun dolaşımını engelliyor. Hastalık artarsa idrar kaçırma, unutma, denge bozuklukları yaşanabiliyor. 
* Vasküler demans: Beyin damarlarında tıkanma ve yüksek kolesterol nedeniyle ortaya çıkan damar hastalıklarının sonucunda, şiddetli bunama olarak görülüyor. 
* Travmalar: Çarpma, kazalar gibi travmalar sonucunda beyinin zedelenmesi, birçok alanda olduğu gibi hafızada da bozukluklar meydana getiriyor. 
Alzheimer'dan etkilenen merkezler
1 Hipokampus: Merkezde oluşan tahribat hafıza kaybına yol açıyor. 
2 Parialtal lob: Başın arka kısmında bulunan lob his merkezi. Hipokampusla iletişiminde problem olursa, duyularda bozukluk, yüzleri hatırlayamama, konuşma ve okumada sorunlar oluyor. 
3 Motor kortex: Hareket merkezi olan beynin dış kabuğu, hipokampusla bağlantısında problem olduğunda hislerde sorun yaşanıyor. Ayrıca öğrenmeyi ve hafızayı direkt olarak etkiliyor. 
Alzheimer gerçeği
Genelde 70'li yaşlardan sonra başlayan Alzheimer'ın nedeni tam olarak bilinmiyor. Beyin hücrelerinin ve bağlantılarının yıkımı, kimyasal maddelerin oranlarının azalmasıyla şekilleniyor. Ne yazık ki, durdurulması mümkün değil. İleri yaşlarda ortaya çıkmasına rağmen, hastalığın tek nedeni yaşlılık değil. Genetik ve çevresel etkenlerde söz konusu.  
Çocuk ve hafıza
Küçük yaşlardan başlayıp çocuğunuzun hafızasını güçlendirebilirsiniz. Bunun için: 
 * Çocuğunuzun önüne birkaç tane (4'ten fazla olmayacak) oyuncak koyun. Sonra ona gözlerini kapatmasını söyleyin ve bir tanesini saklayın. Çocuk hatırlamak için hafızasını çalıştıracaktır. 
* Ona beraber yaptığınızişlerin sıralamasını sorun. Mesela giyinmeye hangi kıyafetten başladığını, masayı hangi sırayla kurduğunuzu akıldan saymasını isteyin. Böylece çocuk belleğini daha fazla kullanmayı öğrenecektir.

Beynin Sağ ve Sol Lobu


Beyin Sıfırlama

Kafamızın içinde, kırk tilkiyi kuyruklarını birbirine dolandırmadan dolaştırabilmek, 21. yüzyılda başarının yeni anahtarı. Sadece bu da değil Daha hızlı düşünmeniz ve kitap yığınları arasında kaybolmadan belleğinizi kuvvetlendirmeniz de gerekiyor. İşte, bunları başarmanız ve sıfır bir beyin için doğal formüller. 
İlerleyen yaşınıza rağmen performansından bir şey kaybetmemiş bir beyin ve güçlü bir zihin.... Sizce hayal mi? Doksanlı yılların başlarına dek bilim adamları da bu konuda bir seçme şansı bulunduğunu düşünmüyorlardı. Şu gerçeği zaten biliyorlardı: İnsanoğlu doğarken 100 milyar beyin hücresine sahip, ancak her gün bunların 100 bini ölüyor.
Yakın geçmişte Kaliforniya Üniversitesi'nde yapılmış olan bir çalışmadan alınan sonuçlara göre, Sağlıklı bir beyin kendini yenileyebiliyor. Bizim beynimiz için yapabileceğimiz, yapmakla yükümlü olduğumuz şeyler de var. Beyninizin yaşlanmasını durdurmanın dışında, hasarları tamir edebilirsiniz. Kognitif nitelikli çalışmalarda bulunan ve "Kişinin Beyni İçin El Kitabı (The Owner's Manual for the Brain)" isimli kitabın yazarı Prof. Dr. Pierce J.Howard, "Aklımızı geliştirmek daha güçlü bir hafızaya sahip olmak için beden ve zihin sağlığımızı korumamız gerekiyor" diyerek sağlıklı bir yaşam tarzının önemine dikkat çekiyor. Yani beyin geliştiren oyunlar ve zihni besleyen besinlerle yaşlanan ve yavaşlamaya mahkum olan beyninizi yeniden harekete geçirebilirsiniz, tıpkı eski günlerdeki gibi.
Akıllı Stratejiler
“Beyin Ömrü (Brian Longevity)” ismili Kitabın yazarı ve Amerikan Alzheimer Önleme Vakfı (Alzheimer's Prevention Foundation) Başkanı Dharma Singh Khalsa; doğru ve dengeli   beslenerek,   stresi   hayatımızdan uzaklaştırarak ve zihnimizi daima aktif tutarak beyin kimyasallarım düzenleyebileceğimizi belirtiyor. Uzmanlarsa bu kapsamda çeşitli önerilerde bulunuyor.
Sağlam bir beyne ve iyi bir hafızaya sahip olmak için kitaplara muhtaç değilsiniz. Yapmamz gereken tek şey, önerdiğimiz doğal ve pratik metodları hay ata geçirmek.
Aşağıdaki stratejileri sağlıklı yaşam alışkanlıkları olarak benimsediğiniz taktirde, beyninizin performanısını geliştirebilir ve güçlü bir belleğe sahip olabilirsiniz:
Yoga, meditasyon
Kronik stres, beyinde sorun yaratan bir numaralı zanlı. Bu konuda McGill  Üniversitesi'nden Prof. Dr. Sonia Lupien şunları söylüyor:
"Kortizol adı verilen stres hormonunun üst sınırlarda seyretmesi, zaman içinde beynin bellek merkezi hipokamp'ın büzülmesine yol açabiliyor." Dharma Khalsa da böylelikle kısa dönemli hafıza sistemi bozularak beyin hücrelerinin yaşlanma dikkat çekiyor. Uzmanlar bu sorunun çözüm anahtarının gevşemeyi (rahatlamayı) öğrenmek olduğunu ifade ediyor. Khalsa'nın araştırması günden güne stresi azaltarak belleğin geliştirileceğini ortaya koyuyor. Bu şekilde IQ'nuzla birlikte moraliniz de yükseliyor.
Bunu yapın: Sabahları stres seviyesi dorukta olduğundan uzmanlar, güne 10- 20 dakika kadar uygulanabilecek yoga, meditasyon ve derin nefes alıp verme teknikleriyle başlamayı öneriyorlar.
En az 8 saat uyku
Bir araştırmanın sonuçlarına göre uyku, uçup gidebilecek anıları garanti altına alıyor. Yakın geçmişte bu hususla ilgili olarak Amerika'da yayınlanan 'Nature Neuroscience' isimli bilimsel gazetede Harvard Tıp Okulu'ndan Psikiyatrist Prof. Dr. Robert Stickgold bazı bildirilerde bulundu. Buna göre, yeni bir şey öğrendikten sonra gece boyunca ayakta uyanık kalanlar dinlenme ve uyku süreçlerim tamamlayanlara zıt olarak, öğrendiklerini kalıcı bilgiye dönüştüremiyorlar.
Bunu yapın: Geceleri 8 saat uyumaya özen gösterin. Uygun zaman ve mekanlarda şekerleme yapın.
Aerobik Egzersizleri
Zihin sağlığı için aerobik egzersizleri adeta 'gençlik çeşmesi'... Uzmanlara göre bu tür sporlar stresi azaltıyor; beyne daha çok oksijen gitmesini sağlıyor ve sinir dokusundaki hücrelerin üretimini artırıyor. İllionis Üniversitesi'nin bilim ve teknoloji çalışmaları yapan birimi Beckman Enstitüsü'nün araştırmacıları, haftada 3 kez 45'er dakikadan aerobik yapanlar üzerinde 6 ay boyunca çalıştılar. Ve sonuçta bu kişilerin zihinsel performanslarmda yüzde 25 artış olduğunu kaydettiler.
Bunu yapın: Beyin hücrelerini aktif ve tetikte tutmak adına, haftada en az 5 kez 20'şer dakikalık aerobik türü egzersizler yapmalısınız.
Klasik müzik
Uzmanlar, Mozart gibi klasik müzik bestecilerinin eserlerini günde en az bir kere sakin bir ortamda dinlemek gerektiğim söylüyorlar. Bu yöntemle özellikle 'zihinde imaj canlandırma' konusunda başarılı olabiliyorsunuz. Bunun yanı sıra, matematik problemlerim çözmekte, satrançta, müzik enstrümanlarım çalmak da kreatif bir proje kurmada ustalaşıyorsunuz. Kaliforniya Üniversitesi uzmanları bunu 'Mozart Etkisi' olarak netilendiriyor. Ayrıca klasik müziğin zihni açtığı ve gevşemeye yardımcı olduğu görüşünde birleşiyorlar.
Bunu yapın: Zekanızı yoğun olarak kullanmak durumunda olduğunuz zamanlarda klasik müzik dinleyin. Bunun için fanatik bir klasik müzik dinleyicisi olmanız gerekmiyor, aynı formda başka türde eserleri de seçebilirsiniz.
Hafızaya Ginkgo Biloba desteği
Bu bitki, yeryüzündeki geçmişi 150 - 200 milyon yıl olan Gingkgo Biloba ağacından elde ediliyor.
Sayısız yararı nedeniyle Çinliler tarafından kutsal bitki olarak kabul ediliyor.
Uzmanlara göre eşsiz bir antioksidan. Başta beyin fonksiyonları olmak üzere vücudun genel sağlığı için önemli bir destek Beyin kuvvetlendirici olarak da tanımlanıyor. Çünkü belleği güçlendiriyor. Ayrıca, yine beyindeki oksijen seviyelerini artırıyor.
Ayrıca yaşlanma etkilerini ve ruhsal yorgunluğu azaltıyor ve nörolojik bozukluklara iyi geliyor.
Ginkgo Biloba'yı kuru yapraklar halinde satın alabiliyorsunuz. Ayrıca, bugün birçok vitamin ilacında da kullanılıyor.
Beyni Yapılandıran Oyunlar
Prof. Dr. Howard da, stratejiye dayalı tüm oyunların problem çözmede ve kritik düşünme yeteneğini geliştirmede yararlı olabileceğini belirtiyor. Kelimelerden veya resimlerden oluşan yap - bozlar veya bilmeceler büyüseniz de ev ödeviniz olabilir.
Net'teki oyunları keşfedin
Pittsburgh Üniversitesi'nden Psikolog Prof. Dr. Jonathan Schooler, "Sadece tek perspektiften düşünmeye başladığımız zaman rutinleşmişiz demektir" diyor. Öğrenme Araştırma ve Geliştirme üzerine de çeşitli çalışmalarda bulunan Schooler, bunun yaklaşımlarımızı da olumsuzlaştırabileceğini vurguluyor. Peki çözüm nedir?
Bir web sitesi yazarı olan Prof. Dr. Paul Grobstein, yukarda sözü edilen türden oyunların beynimizi daha esnek kılarak, daha zinde kalmamızı sağladığım söylüyor. Bu konseptteki oyunları net'te de interaktif ortamda oynayabilirsiniz.
Tetris ya da Car Jam oynayın
Beyniniz 'ful mü çekiyor'? Demek ki bellek merkeziniz hippokamp'ta birkaç odacık daha açmanız icap ediyor. Uzmanlar, objeleri ilgili boşluklara yerleştirmeye ilişkin oyunların, çağrışım yeteneğini hayli geliştirdiği kanaatinde.
Örneğin, Tetris (tetris.com) bu oyunlardan birisi. Bu oyunda geometrik şekilleri birbirine uygun olarak konumlandırmanız gerekiyor. Car Jam (smartgames.com) adlı oyun da bu tip bir konsepte sahip; çok kısıtlı bir alanda mümkün olduğunca az manevrada bulunarak arabayı park etmeniz şart.
Bulmaca çözün
Çapraz bulmacalar kelime haznemizi geliştirmenin en yararlı yöntemlerinden birisi. Uzmanlar, birkaç hafta önce yeni öğrendiğimiz bir kelimeyle yeniden karşılaştığımız da bu Tekrarlamanın hatırlamamıza yarcımcı olduğunu belirtiyor. Yani bulmacalara vakit ayırmamız gerekiyor.
Sihirli Hafıza Hileleri
Beyinlerimiz ne yazık ki karbon kağıdı değil ki gelen bilgiler kalıcı olsun! Burada bize biraz iş düşüyor. Hafızayı kuvvetlendirme teknikleri olan 'Mnemonik Oyunları' veya hafıza tekniklerinden yararlanabilirsiniz.
Kategorize ederek düşünün
Bilim adamlarının ortaya koyduğu bir gerçek var: Birçok kişi yedi (artı veya eksi 2'de olabilir kimi zaman) ile sınırlı bir hafıza yetisine sahip. Bunun için en güzel örnek, kuşkusuz 7 basamaklı telefon numaralarının kolaylıkla anımsanabilmesi. Uzmanlar, 7, baz alınarak yapılan çalışmalar sonucunda hafıza mekanizmasının daha da geliştirilebileceği görüşünde.
Bunu yapın: Alışverişe çıkarken bir akıl listesi oluşturup bunu kategorize ederek işe başlayabilirsiniz. Örneğin; sütlü besinler, et türleri ve meyveler olarak sınıflandırma yapabilirsiniz. Böylelikle sosları veya makarnayı otomatik olarak daha kolay hatırlayacaksınız. Çünkü beyninizde bunlar için odacık kalmış olacak.
İsim etiketleri yaratın!
Herhangi bir yüze bir 'ad' takabilir misiniz? Yapılan bilimsel araştırmaların sonuçları, görsel imajların, isimler gibi özel adları anımsatmada eşsiz araçlar olduğunu defalarca ortaya koydu.
Bunu yapın: Bu kez yeni tanıştığınız kişinin ismini duyduğunuzda, beyninizde istediğiniz bir cümle kurun ve bu isim, özne olsun. Cümleyi bir kaç kez içinizden tekrar edin. Örneğin; "Can, buzdolabının yanında duruyor". Bu cümleyi bir kaç kez tekrar ettiğiniz taktirde, zamanla 'Buzdolabı Can'a dönüşecektir. Can'ı lakabıyla anımsamanız artık kesinlikle daha kolay olacaktır

HIV Virüsü

HIV, AIDS'e yol açan virüstür. HIV, İngilizce Human Immunodeficiency Virus (Bağışıklık Sisteminin Çökmesine Neden Olan Virüs) kelimelerinin kısaltmasıdır. Kanında HIV virüsü bulunmayan kişilere "HIV negatif" denir. Bu kişiler aynı zamanda Anti-HIV testi (ELISA testi negatif) kişilerdir. Kanında HIV virüsü bulunan kişilere "HIV pozitif" veya "HIV enfeksiyonlu" denir. Bu kişiler aynı zamanda kanında antikor bulunan seropozitif (Anti-HIV testi=ELISA testi pozitif) kişilerdir. 
HIV virüsü, bağışıklık sistemine zarar vererek hastalığa neden olur. Vücudu mikroplardan koruyan bağışıklık sistemi çalışmadığında, mikroplar daha kolay hastalığa neden olabilir.
Bir AIDS taşıyıcısı hastaymış gibi görünmeyebilir veya taşıyıcı kişi kendini hasta hissetmeyebilir, HIV virüsü taşıdığını bile bilmeyebilir. Çünkü, AIDS taşıyıcılarında semptomların ortaya çıkmasına ve ölüme yol açan şey AIDS virüsünün kendisi değil, vücudun bağışıklık sisteminin çökmesiyle tamamen savunmasız kaldığı diğer enfeksiyonlardır.

Tarihçesi 

  • İlk defa Leopoldville, Belçika Kongo'sunda yaşamış bir kişiden 1959 alınan kanda tespit edildi. O tarihten beri dolapta saklanan kan, 1998'de geliştirlen HIV testi ile hastalığı taşıdığı onaylandı.
  • Dünyayı dolaşmış, 1961'de Batı Afrika'da uzun yolculuk yapmis Norveçli bir gemici bağışıklık yetersizligi ile 1966 öldü. Karısı ve kızı da ertesi yıl aynı sebeple öldü.
  • Danimarkalı bir cerrah olan Dr.Grethe Rath, Zaire'de bir seri enfeksiyon ve ender görülen Pneumocystis carinii pnömonisi ile öldü.
  • 1979-1981 arası, normalde çok ender görülen, 12 Kaposi Sarkomu'dan vakası tespit edildi.
  • 1981'de Kaliforniya Üniversitesi'nde Pneumocystis carinii tanısı tedavi edilen bir eşcinsel hastada CD4 T hücrelerinin (yardımcı T hücreleri) eksikliği tespit edildi.
  • 1982'de CDC hastalığa AIDS ismini verdi.
  • 1983'te daha sonra HIV ismi verilecek olan retrovirüsten kaynakladığı bulundu.
  • 1984'te HIV için ELISA testi geliştirildi.
  • 1986'da ilk etkin ilaç zidovudine (AZT) geliştirildi.Ayrıca şu anda Türkiye 'de tamı tamına 1000 kişide fazladır

HIV Virüsü Nasıl Bulaşır? 

HIV virüsü bulaşmabilmesi için virüsün dış ortam koşullarıda bozulmayacağı kadar kisa bir süre içinde gerçekleşmelidir. yakın temas ve direk kan teması ile bulaşabilir.

Cinsel ilişki 

HIV vücuda HIV virüsü taşıyan birisinin kanı, spermi veya vajinal akıntıları ve diğer vücut sıvıları taransferi yoluyla bulaşır. Bu durum; vajinal, anal veya oral seks sırasında gerçekleşebildiği gibi ateşli öpüşme sırasında tükrük transferi ile de bulaşıcılık olacağı anlamına gelir (parenteral yol).
Lateksten yapılmış bir prezervatif kullanarak HIV virüsünden korunulabilir. Doğum kontrol hapları ve lateks olmayan prezervatifler, HIV virüsünden koruma sağlayamaz. HIV virüsü hem bir erkekten hem de bir kadından bulaşabilir. Herhangi bir cinsel hastalık, HIV virüsünün bulaşma ihtimalini daha yükseltir. Hıv virüsünün iki tipi mevcuttur. Tip II de kadından erkeğe bulaşma ihtimali Tip I de ise erkekden kadına bulaşma ihtimali daha yüksektir. Afrikada 2 nci tip Avrupa ve Amerika da ise 1 nci tip daha sık görülür

Damar içi madde kullanımı 

HIV virüsü taşıyan birisiyle kontamine bir iğne paylaşılırsa, virüs bulaşabilir. (Bu intravenöz (damardan) uyuşturucu bağımlıları arasında HIV'in en önemli bulaşma yoludur.) Dövme ve vücuda piercing yaptırma işlemlerinde kullanılan iğneler, kontamine ise HIV bulaşabilir...

Organ, Kan ve Kan Ürünleri Nakli 

Gerekli araştırma testleri yapılamamış Organ, Kan ve kan ürünleri nakli yoluyla da HIV virüsü bulaşabilir. Bu durumun engellenmesi için hertürlü organ, doku, kan ve kan ürünleri nakli öncesi nakle engel hastalıklar yönünden alınan materyaller kabul eden merkezler tarafından dikkatle kontrol edilir.Araştırma testlerinin pencere döneminde bulunan hastalarda yalancı negatif sonuç vermesi halinde bulaşma gerçekleşebilir.

HIV virüsü cinsel ilişki, kan ve anneden bebeğine olmak üzere üç yolla bulaşır.

Anti-HIV Testi Nedir? Ne Zaman Yapılır? Nerelerde Yaptırılabilir? 

HIV vücuda girdiğinden itibaren, vücutta bununla savaşmak için özel antikorlar oluşur. Kandaki bu antikorların ELISA veya PCR testleri gibi tarama yöntemleriyle saptanmasına Anti-HIV testi denir. Anti-HIV antikorların ELISA yöntemiyle ölçülebilecek düzeye ulaşması için en az 3 aylık bir süreye (pencere dönemi) ihtiyaç vardır. Bu nedenle test, bulaşma olduktan 3 ay sonra yapılmalıdır. PCR yönteminde ise bu süre 3 haftaya kadar düşmüştür. Anti-HIV testinin pozitif olması kanda HIV virüsüne karsi antikorların olduğunu gösterir. Ancak anti-HIV testinin yalancı pozitif çıkma ihtimali de vardır. Bu nedenle, kişinin HIV pozitif (seropozitif) olduğunu söyleyebilmesi için, Westernblot testi denen doğrulama testinin de yapılıp sonucunun pozitif olması gerekmektedir. Anti-HIV testi, üniversite hastanelerinin mikrobiyoloji laboratuarlarında, sigorta ve devlet hastanelerinin laboratuarlarında ve özel laboratuarlarda yaptırabilir. Son zamanlarda HIV virüsünün kandaki varlığının direkt kantlanması PCR (polymerase chain reaction = polimeraz zincir reaksiyonu) yöntemi ile de yapılabilmektedir Olası belirsizlikleri gidermek için, pencere dönemi ile ilgili ek bir açıklama yapmakta fayda vardır. Zira "Üç Ay" ifadesi, hiv virüsüne maruz kalmış her bünyenin 'üçüncü ayda' antikor üreteceği gibi yaygın bir yanılgıya yol açmaktadır. Halbuki pencere döneminin kişiden kişiye değişiklik gösterdiğini vurgulamak gerekir. "Üç Aylık" süre, uluslararasi saglik kuruluslarinın tum bünyesel farkliliklari da kapsayacak sekilde belirlediği 'maksimum' süredir. Yani bu, hiv ile enfekte olmuş yüz kişiden varsayalım ki %45'inin, 35. gunde; %25'inin 50. gunde; %15'inin 65. gunde; %10'unun 75. gunde; %5'inin de 90. gunde yeterli antikor seviyesine ulaşacağı anlamına gelir (Oranlar tamamen kurgusaldır). O halde belirlenmiş olan "üç ay" sınırı, 'en gec antikor ureten bunyeyi' de hesaba katarak dusunulmus 'maksimum' sinirdir.
CDC (Center of Disease Control -USA) gibi bazı büyük sağlık örgütleri, testin altıncı ayda tekrarlanması gerektiğini savunmaktadır. Serokonversiyon süreci (antikor oluşturma) üç ayı geçen çok nadir bazı vakalar rapor edilmişse de (bunlar o kadar nadirdir ki, tıp makalelerine konu olur), çoğu Avrupa kaynaklı olan birçok sağlık örgütü ve kuruluşu, eğer çok kesin bir risk (hiv+ olduğu kesin olarak saptanmış bir kişiyle girilen "korunmasız" ilişki) yoksa, 'altıncı ay' testini gereksiz bulmakta ve CDC'yi tutucu olmakla eleştirmektedir. Bazı kuruluşların 'pencere dönemi' ile ilgili olarak verdikleri süreler, "Üçüncü Ay"ın maksimum sınır olarak düşünülmesi gerekitiğini kanıtlamaktadır:

► New York Saglik Mudurlugu'nun hazirladigi brosurde soyle deniyor: "New York'ta kullanilan hiv antikor testlerinde, enfekte olmus insanlarin neredeyse tumu bir ayda pozitif cikmaktadir. Hatta bunlarin cogunlugu, daha bile kisa surede pozitif sonuc vermektedir." http://www.health.state.ny.us/diseases/aids/facts/questions/docs/100questions.pdf (Sayfa 18)
► California AIDS Merkezi'nin 1998'de yayinladigi rehber %96'dan daha fazla sayida insanin, 2 ile 12 hafta arasinda pozitif sonucu eline alacagini soyluyor. Cok nadir bazi durumlarda, bunun alti aya uzayabilecegi belirtiliyor. AIDS Saglik Projesi (ABD) danismanlari, ortalama sureyi 25 gun olarak veriyorlar. AIDS Update 98 adli brosur, "Cogu ornekte, HIV antikorlari 6 ile 8. haftada gorunur hale gelirler" diyor. http://www.thebody.com/sfaf/hiv_testing.html
► Bu konuda son derece zengin bir arsivi olan HIVinsite web sitesi, sureyi 6-12 hafta olarak belirliyor. http://hivinsite.ucsf.edu/InSite?page=kb-02-02-01
► Amerikan Seattle & King County Kamu Sagligi Sitesi, soyle diyor: "Cogu insan, saptanabilir antikor duzeyine 4-6 hafta icinde gelir. Bazi insanlarin daha uzun surebilir; ama neredeyse %99'u uc ay icinde antikor uretmis olur. Üc ayi gecen serokonversiyon olaylari cok cok nadirdir." http://www.metrokc.gov/HEALTH/apu/healthed/background/testing.htm
► AIDS servislerinde ve laboratuarlarinda calisan doktor ve virologlarin (Dr. Sindy Paul, Evan M Cadoff, Eugene Martin) yazdigi, "Rapid Diagnostic Testing for HIV - Clinical Implications" (Bussines Briefing: Clinical Virology & Infectious Disease, 2004) adli makalede, pencere donemi 30-60 gun olarak veriliyor. http://www.touchbriefings.com/pdf/1043/Paul_edit.pdf
► San Francisco AIDS Dernegi, soyle diyor: "Uc aylik pencere donemi, insanlarin tumu icin normal suredir. Bu insanlarin cogu, uc ile dort hafta icinde saptanabilir duzeyde antikor uretir. Cok, cok nadir (cok cok az ornekte gorulmustur) durumlarda, bir insanin antikor uretmesi alti ayi bulabilir." http://www.sfaf.org/aids101/hiv_testing.html
► Kizilay, antikorlarin tespit edilme suresini 2-6 hafta olarak veriyor. http://www.kizilay.org.tr/channels/1.asp?id=118&prev_place=&cps=0&cpp=1
► Kizilhac, antikorlarin tespit edilme suresini en gec 70 gun olarak veriyor. http://www.redcross.org/services/biomed/blood/supply/nucleic.html
► Amerikan Kamu Sagligi Kurumu'nun Test Kilavuzunda, 1985-90 yillari arasinda kullanilan antikor testinin pencere doneminin ortalama 45 gun oldugu soyleniyor. Fakat gunumuzdeki testlerin, bunu 20 gun daha dusurerek, 25 gune indirdigi belirtiliyor. http://www.cdc.gov/mmwr/preview/mmwrhtml/00040546.htm
► BERNARD WEBER, EL HADJI MBARGANE FALL; ANNEMARIE BERGER ve HANS WILHELM DOERR'in birlikte yazdiklari "Reduction of Diagnostic Window by New Fourth-Generation Human Immunodeficiency Virus Screening Assays" (Journal of Clinical Microbiology, Aug 1998, s. 2235-2239) adli makalede, pencere donemi ortalama 10.2 gunden ile 27.4 gune kadar diye belirtiliyor.

HIV'in Tedavisi Var Mıdır? 

HIV/AIDS'in tedavisinde olumlu gelişmeler vardır. Günümüze kadar bulunan ilaçlardan farklı etki mekanizmalarında olanların ikisinin ya da üçünün birlikte kullanımıyla HIV pozitif kişilerin kaliteli ve uzun bir yaşam sürebilmeleri sağlanmaktadır. Tedavi doktor kontrolünde ve kesintisiz olarak yaşam boyu sürdürülmelidir. Bu ilaçlar çok pahalıdır. Ancak, şu anda Türkiye'de saptanmış Aids hasta sayısının az olması da önemli faktör olmalı ki; Bağkur, SSK, Emekli sandığı, Yeşil Kart gibi Sigortalar aylık masrafın 1000-1500 USD olduğu ilaç maliyetlerini karşılamaktadır. Aids şüphesi olanlar derhal eliza testi yapmalıdırlar ki uzun süreli hayat sürme imkanını yakalayabilsinler, her hastalıkta olduğu gibi bu hastalıkta da erken tanının faydası çok büyüktür. Aids hastalığını kapmak herşeyin sonu değildir, isteyen hastalar Aids Savaş Derneğinden psikolojik destek de alabilirler.

HIV'in Dezenfeksiyonu Yapılabilir Mi?

Spermdeki ve vajina salgısındaki HIV, dış ortamda birkaç saatte, kuru ortamda ise yarım saatte ölür. HIV kurumuş kanda da kısa zamanda ölür. Hastanın, ya da seropozitif kan, sperm veya vajina salgısının bulaştığı eşyadaki HIV'in öldürülmesi: Eşyayı birkaç dakika kaynatarak ya da 60 C°'de 30 dakika ısıtarak virus öldürülür.Sulandırılmış çamaşır suyu temas ettiği HIV'i 10 dakika içinde öldürür. Sodyumhipoklorid, çamaşır suyunda bulunan etkili maddedir, içinde klor vardır. Çamaşır suyu şişesinin üzerindeki tarifeye göre (genellikle 10 kez) sulandırılarak kullanılır. Sulandırılan çamaşır suyunda klor kokusu bulunmalıdır. Çamaşır suyu kullanılacağı zaman sulandırılmalıdır, durmakla bozulur. Çamaşır suyu madensel eşyaya zarar verir. Ultraviyole ile ışınlama (mavi ışık) HIV'in yok edilmesi için önerilmeyen bir yöntemdir. Ultraviyole ışını doğrudan temas ettiği yüzeydeki mikropları öldürür. Cismin altında kalan mikropları öldürmez.

Deri HIV'den Nasıl Arındırılır?

Su ve sabunla iyice yıkama ile (en az 15 saniye) bütün mikroplar gibi HIV de deriden uzaklaştırılabilir. Yıkandıktan sonra derinin alkol ile temizlenmesi uygun olabilir. Yaralanma durumunda yara yeri, önce sabun ve su ile iyice yıkanmalı, ardından tentürdiyot veya betadin gibi bir antiseptik ile temizlenmelidir.

Dünya Savaşı Yıllarında Türk Lirası

1914'te, Osmanlı Devleti'nde altın ve gümüş sikkeler ile Osmanlı Bankası banknotları kullanılıyordu. Altına çevrilebilir Osmanlı Bankası banknotlan4 mil­yon lira tutuyordu. Hükümet, seferberlik harcamalarını karşılamak için kaime bastırmaya karar vermiş ve çıkartılacak "kaimelere halkın güven duymasını sağlamak için Almanya' dan 5 milyon liralık altın kuvertür alınmıştır. 
Osmanlı Bankası, savaşın finansmanına emisyonla katkıda bulunmayı kabul etmemiştir. Bunun üzerine Düyun-u Umumiye idaresinin garantisi altında kağıt para çıkarmıştır. Osn1anlı Bankası banknotlarının altına çevrilmesi de durdurulmuştur.
Hükümet, Osmanlı Bankası ve Düyun-u Umumiye arasında anlaşmaya varılarak soruna çözüm bulununcaya dek Almanya' dan alınmış olan 5 mil­yon liralık altın harcanmıştır.
Hükümet, müttefik devletlere başvurarak yeniden avans istemiştir. Almanya' dan 80 milyon Mark, Avusturya' dan 47 milyon Kuron tutarında altın sağ­lanmıştır. Ancak altınlar İstanbul' a gönderilmeyerek Berlin ve Viyana' da Düyun-u Umumiye idaresi adına saklı tutulmuştur. Karşılığında 6.5 milyon liralık kaime çıkartılmıştır.
Altı ay sonra, yeniden kağıt para basmak zorunluluğuyla karşılaşılmıştır. Almanya, bu sefer barıştan bir yıl sonra altına çevrilebilir hazine bonoları vermiştir. ikinci tertip kaimeler, Alman hazine bonoları karşılık gösterilerek çıkarılmıştır. Halk, bir yabancı devletin borç senetlerine dayanılarak yapılan emisyonu güvensizlikle karşılamıştır. Altın ve gümüş piyasa­dan çekilerek gömülenmiştir.
Üçüncü tertip kaimeler dolaşıma çıkarılınca, ufaklık madeni sikkeler de piyasadan çekilmiştir. Hükümet ufaklık yokluğunu gidermek için eskiden toplanmış “Mağşuş Meskukat”ı, yani ayan bozuk sikkeleri dolaşıma sürmüştür. Kaimeler ile ayan bozuk sikkeleri tramvay ve tünel kumpanyalarıyla Reji yönetimine kabul ettirmekte zorluk çekilmiştir.
Altıncı tertip kaimeler çıkarılmadan önce, yeni Birleşik Mamullerin Maliyetlenmesi bir Önlem denenmştir. Kağıt para artık piyasaya fazla geldiğinden, dolaşım hacmini şişirmeyerek doğrudan doğruyu Alman hazine tahvillerinin Satışına girişilmiştir. Kağıt para basılacağı yerde garanti­sini teşkil eden senetleri satarak aynı miktar gelirin emisyonsuz sağlanabileceği düşünmüştür. Ancak halk. Alınan hazine tahvillerine rağbet göstermemiştir.
Yedinci tertip kaimeler ise hiçbir karşılık gösterilmeksizin çıkarılmıştır. Yedi tertip halinde basılan kaime miktarı 161 milyon lira tutmuştur. Bu miktarın 74 milyonu yalnız 1917'de çıkarılmıştır. Reşat Altını'nın fiyatı 1917'de 5.5 liraya çıktıktan sonra mütarekede 4.5 liraya düş­müştür. Düyun-u Umumiye idaresinin istatistiklerine göre, 1914=100 itibariyle geçinme endeksi 1918'de 1897 ye çıkmış ve Mütareke yıllarında emisyonun durmasıyla fiyatlar yaklaşık % 30 ucuzlanmıştır.

Gen Terapisi

Gen terapisi hastalıklarla mücadele etmek için tıbbın üzerinde çalıştığı yeni bir yöntem. Temelinde, hasta kişinin genlerini, iyileştirici proteinler üretecek şekilde değiştirmek yatıyor. Gen terapisi denilince ilk akla gelen, ölümcül hastalıkları ve çeşitli bedensel sakatlıkları iyileştirmek olduğu halde, hastalıklardan korunmak da, gen terapisi ile mümkün olacağı öngörülen hedeflerden biri. Gen terapisi henüz emekleme aşamasında. 
Halen birkaç temel araştırma loboratuvarında yürütülen bu çalışmalar ve insanlar üzerinde yapılan deneyler sonucunda, gen terapisinin insan yaşamını nasıl değiştirebileceğine dair kavramlar belirginleşiyor; ortaya bir vizyon çıkıyor.
Gen terapisini geliştirmek için en önemli unsur, hastalıkların genetik temelini kavramak. Ebeveynlerimizden aldığımız genler bize aynı zamanda hastalıkları da taşıyorlar.
İnsan vücudunda yaklaşık 150,000 farklı gen bulunuyor. Bütün bu genleri tanımlamak için başlatılan "İnsan Genome Projesi" 2001 haziran ayının son haftasında tamamlandı.
Genlerimizdeki farklılıklar, bireysel farklılıklarımızı meydana getiriyor. Boyumuzun uzunluğu, gözümüzün rengi gibi tüm bireysel nitelikler, genlerimizdeki farklılaşmalar neticesinde ortaya çıkıyor. Hastalıklar da aynı şekilde kalıtımsal olarak nesilden nesile aktarılıyor. Gen terapisi işte bu noktada devreye giriyor ve hastalıkları, genetik köklerinde durdurmayı hedefliyor.
İki tür gen terapisi var: Birincisi somatik gen terapisi. Hücrelerdeki genetik ifadeyi değiştirerek hastalıkları tedavi edici özellikler yaratmayı amaçlıyor. İkincisi ise "Germline Gen Terapisi". Bu yöntem, kalıtımsal olarak nesilden nesile aktarılan hücre çekirdeklerinin değiştirilmesi temeline dayanıyor. Ancak bu alanda araştırmalar, teknik ve etik nedenlerle son derece az ve dar kapsamlı yürütülüyor.
Gen terapisinde karşılaşılan temel güçlüklerden biri, değiştirilmiş genetik materyali, hastanın doğru hücrelerine doğru ve güvenli bir şekilde yerleştirebilmek. Genlerin bir "ilaç" olarak kullanıldığı durumlarda hücre içine en etkin şekilde genleri yerleştirmek gerçekten de son derece zor bir iş. Hedefi şaşırmamak gerekiyor. Hedefin tutturulması durumunda ilaç, genler hücre içerisinde ömür boyu kalabiliyor ve hastalığın tedavi edilmesini sağlıyor.
Genlerin vücuda verilmesinde özel taşıyıcılar kullanılıyor. Vektör adı verilen bu taşıyıcılar, ilaç genleri içerisinde barındıran bir çeşit kapsül olarak tanımlanabilir.

Para biriktirmek İçin Neler Yapıyorsunuz ?


Neden Boşanmak İstiyoruz ?


Yolda Görülen Akraba Neden Görmezden Gelindi


30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun


Uzay Senaryoları

Thomas Dick adındaki İskoç bir papaz, Evren'in haddinden fazla iskân edildiğini öne sürecek kadar ileri gitmişti. Bu din adamı popüler bir kitabında, Evren'de yaklaşık 2,5 milyar gezegende, canlıların yaşadığını öne sürmüştü. Bundan çok kısa bir süre sonra 1875 yılında, "New York Sun" adlı saygın bir gazetede, tüm zamanların "en büyük keşfinden" bahsediliyordu. Yeni geliştirilmiş teleskoplarla, astronomlar sözde ayda yaşayan olağanüstü canlıları görmüşlerdi. Ayda yaşayan canlılar, Gazete'nin tarifine göre, 1,20 m büyüklüğünde, kızıl saçlı ve kanatlıydılar. 
Tabii çok geçmeden bunun sadece hayali bir haber olduğu anlaşılmıştı. Fakat insanların, Evren'de başka canlıların yaşadıklarına inanmaya her an hazır oldukları, daha sonraki yıllardaki, hayali Mars insanlarıyla iyice ortaya çıkmıştı.
İtalyan astronom Giovanni Schiaparelli'nin komşu gezegenlerde gördüğü geometrik yapıları, yapay kanallar olarak açıklamasından sonra, Mars Haritası büyük bir sansasyon yaratmış ve Mars insanlarının varlığına inananlar birdenbire çoğalıvermişti.
Yazar H. G. Wells'in 1897 yılında yayımlanan bilim kurgu romanı, Marslıların Dünya'ya büyük bir saldırı düzenleyerek, Dünyalıları köleleştirmesini konu almaktaydı. Bu senaryo insanları öylesine derinden etkilemişti ki, 1938 yılında Orson Welles'in benzer konulu bir piyesi, New York Radyosu'nda yayınlandığında, binlerce insan şehri terketmişti.
Daha 50'li yılların ortasında UFO hikâyelerinin babası olarak bilinen Pole George Adamski, Venüs'e yaptığı uzay gezisini anlatarak binlerce yandaş toplamıştı. Venüslüler, sözde 1000 yıl yaşayabiliyorlardı ve gezegenlerinde her şey otomatikleştiği için, günde yalnızca iki saat çalışmaları yeterliydi.
Aynı tarihlerde ölçüm aygıtlarıyla çalışmaya başlayan astronomlar, Mars ve Venüs gibi komşu gezegenlerde, primitif bitkilerin veya mikroorganizmaların yaşadıklarına dair kanıtlar bulmuşlardı.
Ve Gerçekler
Ne var ki altmışlı ve yetmişli yıllarda kanıtların doğru olmadığı ortaya çıktı. Daha gelişkin gözlem sondalarıyla yapılan incelemeler sonucunda, Mars'ın adeta steril bir buz kütlesi, Venüs'ün ise madeni ergitebilecek sıcaklıkta olduğu anlaşıldı.
Daha üç yıl önce NASA araştırmacılarının bir basın toplantısında yaptıkları bir açıklamaya göre, Dünya'mızın dışında yaşamın izlerine rastlanmıştı. Kanıt olarak bir zamanlar Mars'tan koparak Evren'de yuvarlanan ve bundan 13.000 yıl önce Antarktik Bölgesi'ne düşen bir göktaşını göstermişlerdi.
Patates büyüklüğündeki bu taşın içinde, bilim adamları, bakterilerin fosilleşmiş kalıntılarını bulmuşlardı. Bir süre önce ise, NASA araştırmacıları 1911 yılında Mısır'da bulunan bir Mars taşında da, mikroorganizmalara ait izlerin bulunduğunu açıkladılar. Fakat olaya şüpheli yaklaşan jeologlar, mikroorganizmaların Dünya'ya ait olabileceğini savundular.
Belki de Mars ve Venüs gibi komşu gezegenlerde, primitif bitkilerin yaşadığı düşüncesi hatalıydı. Ancak, Güneş Sistemi'nde yaşam belirtileri olmadığını söylemek için henüz erken.

Tansiyon Nedir ?

Sözlüğe bakıldığında basınç ve gerginlik gibi anlamlara geldiği görülen tansiyon sözcüğü, sağlık alanında önüne veya arkasına başka sözcük eklemeden kullanıldığında, atardamarların içindeki kan basıncını ifade eder. Damarın içinde kanın akabilmesi için belirli bir basıncının olması gerekir.Bu basıncı, kalbin kasılmasıyla kanı damarların içine pompalaması ve atardamarların elastikliğiyle bu basıncı dengelemesi sistemleri oluşturur. 
Kalp kasıldığı zaman atardamarların içine kanı belirli bir basınçla pompalar. Bu sırada damar içindeki basınç en yüksek düzeye ulaşır. Bu basınca tıpta sistolik basınç, halk arasında büyük tansiyon adı verilir.
Kalbin gevşemesiyle, damar içine pompalanan kan durur. İşte bu sırada devreye damarın elastikliği girer. Önce genişlemiş olan damar, kana bir basınç uygulayarak kalbin gevşemesi anında da kan akımını sağlar. İşte bu sırada oluşan en düşük basınca da tıpta diastolik tansiyon, halk arasında da küçük tansiyon denilir.
Bu basınç, 1 cm2 alanındaki cıva sütununun tabanına yaptığı basınçla karşılaştırılarak belirtilir. Örneğin bir kişinin tansiyonu 12 dediğimiz zaman, bu basınç 12 cm yüksekliğindeki cıva sütununun tabanına yaptığı basınca eşdeğerdir. Tıpta bu ölçüler, mm olarak belirtilir. Yani halk arasında 12-14 gibi cm cinsinden söylenen ölçüler tıpta 120-140 gibi, mm cinsinden ifade edilir.
Normal tansiyon değerleri nelerdir?
Tıpta genel olarak herkesin bünyesinin farklı olduğunu bilmek gerekir. Bu nedenle herkesin tansiyon ölçüm değerlerinin aynı olması beklenemez. Bu nedenle bir kişide tansiyonun yükselmiş ya da düşmüş olduğundan bahsedebilmek için, herhangi bir şikayetinin ya da hastalığının olmadığı dönemde tansiyonunun zaman zaman ölçülüp değerlerinin bir kenara kaydedilmesi yararlıdır.
Herkesin tansiyon değerlerinin farklı olduğundan bahsettik ama genel olarak normal kabul edilen sınırları da ihmal etmemek gerekir.
Yapılan uzun araştırmalar sonucu, yaşın artışıyla küçük değişmeler olmakla beraber sistolik (büyük) tansiyon için 120 ile 140, ya da Türkiye'de yaygın söylendiği gibi 12 ile 14 arası, diastolik (küçük) tansiyon için 70-90 ya da 7-9 arası olması halinde tansiyona bağlı olarak bir sağlık sorunu riski doğmadığı belirlenmiştir.
Tansiyon nasıl ölçülür?
Tansiyon ölçmekte kullanılan değişik aletler bulunmaktadır. En doğru ölçüm, zaman içinde ayarlarının değişmesi gibi bir sorun olmadığı için, cıvalı aletlerle yapılırsa da bunların kullanımı pek pratik olmadığı için diğer türdeki aletler tercih edilmektedir.
Tüm aletlerde prensip aynıdır. Kola sarılan ve içine hava gönderilerek basınç oluşturulan bir lastik torba (manşon), bu torbaya hava göndermek için kullanılan bir pompa ve lastik torbanın içindeki basıncı ölçen bir ölçü sistemi. Ayrıca damarda oluşacak nabız seslerini dinlemek için bir dinleme aleti (steteskop) da gereklidir.
Tansiyonu ölçülecek kişinin dinlenmiş ve sakin durumda olması gerekmektedir. Hızlı bir yürüyüşün ardından tansiyon ölçülmesi için bir süre dinlenmek gerekir. Rahat bir koltukta otururken, tansiyon ölçülen kolun kalp hizasında olmasına dikkat edilmelidir.
Böyle bir alet edindikten ve uygun ortamı sağladıktan sonra aletin manşon kısmı tansiyonu ölçülecek kişinin kolunun üst kısmına sarılır. Bu sırada, dirsek önü çukurunun tamamen açıkta kalmasına ve giysilerin kolu sıkmamasına dikkat etmek gerekir. Tansiyonu ölçülen kişi rahat bir şekilde ve kolu kalp hizasında olacak şekilde otururken, pompa ile basınç oluşturulmaya başlanılır. Aletin göstergesindeki rakam, kişinin daha önceden bilinen tansiyon değeri varsa bunun 20-30 mm üzerine, böyle bir bilgi yoksa 150-160 mm civarına kadar çıkartılır. Bu sırada dinleme aleti, dirsek önü çukurunun gövdeye yakın kısmına konulup, hafifçe bastırılarak (manşonun altına sıkıştırarak değil) nabız sesleri olup olmadığı dinlenir. Eğer sesler varsa kayboluncaya kadar basıncı arttırmak gerekir. Basın kaybolduktan sonra aletin havası yavaşça indirilerek nabız sesleri tekrar başlayıncaya kadar takip edilir. Seslerin ilk duyulduğu sırada aletin göstergesinde okunan rakam sistolik tansiyonu gösterir.
Sürekli dinlerken basınç azaltılmaya devam edilir. Seslerin artık duyulmamaya başladığı sırada göstergedeki rakam da diastolik tansiyonu gösterir.
Düşük Tansiyon Nedir?
Tıp dilinde hipotansiyon olarak adlandırılan düşük tansiyon, belirli bir düzeye kadar sorun yaratmaz. Tam tersine normalin biraz altında olması kalp-damar hastalıklarından uzak daha sağlıklı bir yaşam sürme nedenidir.
Düşük tansiyonun sorun olduğu durum, sistolik tansiyonun çok uzun süreler için 70 mm den düşük kalması halleridir. Böyle hallerde şok durumundan söz edilir.
Düşük tansiyonun en sık rastlanan şekli ortostatik hipotansiyondur. Kişinin oturur veya yatar durumda iken nomal düzeylerde olan tansiyonunun, ayağa kalkılınca düşmesi halidir. Bu durumda bir süre için beyine daha az kan gideceği için geçici olarak denge ve şuur bozuklukları ortaya çıkabilir. Sıvı kayıpları sırasında daha sık görülen bu durum sıvı açığının kapatılmasına rağmen devam ediyorsa veya yüksek tansiyon tedavisi altında olanlarda görülüyorsa bir doktora başvurmak gerekecektir.

Cennet ve Bulutlar


Gerçekler


Natufian Medeniyeti

Evrim Teorisi, canlıların sözde ilkelden gelişmişe doğru ilerlediği şeklinde, bugün bilim tarafından yerle bir edilmiş bir iddiayı savunmaktadır. Bugün sayısı 250 milyonu aşkın fosille canlıların milyonlarca yıldır hiç değişmedikleri net şekilde görülmüştür. Kaldı ki Darwinizm; canlılığın başlangıcı, bir proteinin bile tesadüfen oluşmasının imkânsızlığı gibi sayısız konuda cevapsız kalmış ve böylece evrim teorisinin geçersizliği açıkça görülmüştür.
Bilimsel gelişmeler, yalnızca biyoloji alanında değil, evrimci safsatalarla çarpıtılmaya çalışılan tüm bilim dallarında gerçekleri gün yüzüne çıkarmıştır. Bu bilim dallarından biri de antropolojidir.
İnsan yaşamını tarihin ilk yıllarından itibaren inceleyen bu bilim dalında, evrim safsatasını desteklemek uğruna insanlık tarihiyle ilgili pek çok hayali hikayeye başvurulmuştur. Ancak bu hayali hikayeler her bir kazıda, her bir bulguda tekrar tekrar yerle bir olmuştur.
Evrim teorisinin insanın sözde evrimiyle ilgili hayali hikayesine göre yerleşik hayat bundan yaklaşık on bin yıl önce, Neolitik Çağ (Cilalı Taş Devri) adı verilen dönemde oluşmaya başladı. İnsanların birbirleriyle sosyal ilişkiler kurması ve kültürel değerlerin oluşması ise sözde bu tarihten bin yıllar sonra meydana geldi.
Fransa'daki Chauvet mağarasında bulunan 32 bin yıl önce çizilmiş muhteşem mağara resimlerindeki üstün sanat tekniği; bugünkü Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsüyle yapılmış 35 bin yıllık flüt fosili; Urfa Göbekli Tepe'de bulunan, boyları 4-6 metre olan kırk beş heykeli de içinde barındıran, 14 bin yıl önce yapılmış dev yapı; piramitler, sfenksler gibi dünyaca meşhur bulgular vb. sayısız kez insanın hayali evriminin asla yaşanmadığını göstermiştir.
Son keşifler insanın hayali evrimi hikâyesini yıkan delillere bir yenisini daha ekledi. Akdeniz'in doğusunda yapılan kazılarda Natufian adı verilen bir kültürün izlerini buldular. Şaşırtıcı olan ise bu kültürün izlerinin M.Ö. 11.000 tarihine kadar gitmesidir. Evrim hikâyelerine göre hayvanların evcilleştirilmesi, tarım, yerleşik hayat ve hatta ilkel el aletleri bile mevcut olmaması gereken bu dönemde, tüm ayrıntılarıyla bugünün toplumsal hayatının izlerini taşıyan bir kültürün kalıntılarının bulunması evrimcileri tam bir çıkmaza soktu.

ARANEUS DİADEMATUS

Araneus diadematus adı verilen bahçe örümceği üzerinde ipeğin nasıl oluştuğu konusunda çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bilimadamları ipek örümcekten çıkmadan önce, ipeğin oluştuğu kanalı incelemişlerdir. İpek, bu kanala girmeden önce, sıvı proteinlerden oluşmaktadır. Kanalın içindeki özel hücreler, ipek proteinlerindeki suyu kendilerine çeker. Hidrojen atomları ise diğer bir kanalda pompalanan suyu alırlar ve bir asit havuzu oluştururlar. İpek proteinleri asit ile biraraya geldiğinde, birinden diğerine bir köprü oluşturur ve bu şekilde son derece kuvvetli bir ipek meydana gelir. 

Örümceğin ipeği, "Kevlar" denilen insan yapımı en güçlü sentetikten çok daha kuvvetli ve çok daha elastikidir. Dahası, kurşun geçirmez yeleklerde kullanılan bir tür plastik olan Kevlar'dan farklı olarak örümcek ipeği yeniden işlenilip tekrar tekrar kullanılabilir.